Haftanın Sergisi 4

-
Aa
+
a
a
a

Haftanın Sergisi – 4

 

Şerif Erol: Haftalardır ağırlıklı olarak konuştuğumuz gibi 8. Uluslararası İstanbul Bienal’i devam ediyor, biz de her gün hangi mekânlarda olduğunu duyuruyoruz: Salı Pazarı 4 numaralı Antrepo, Tophane-i Amire binası, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya Müzesi ve Garanti Platform Güncel Sanat Merkezi... Aslında bir parça şundan bahsedelim mi? Bu bienaller içerisinde 8. Bienal tamamlanacak bu sene; bu mekânların kullanımlarında nasıl bir değişiklik, nasıl bir gelişme var?

 

Haldun Dostoğlu: Biliyorsun İstanbul bir mekânlar cenneti. Her ne kadar her bienal sırasında “Bu bienali nerede yapacağız?” diye bir sancı oluşursa da İstanbul Kültür Sanat Vakfı bünyesi içinde neticede bir yerler bulunuyor ve bunların kimi daha önce hiç kullanılmayan mekânlar olabiliyor, kimileri de artık bizim izlemeye alıştığımız, orada sergilerin düzenli olarak organize edilmesinden yabancılık çekmediğimiz mekânlar olabiliyor. Bu sene mesela ilk defa bir bienal bünyesi içinde değerlendirilen mekân Tophane-i Amire binası idi. Aslında çok muhteşem bir yapı, fakat doğrusunu istersen –bu benim kişisel kanaatim- bugüne kadar da Mimar Sinan Üniversitesi'nin de denetimi ve kontrolü altında, üniversite burayı düzgün kullanamıyor, kullandıramıyor, sanatsal faaliyetler kullanmak isteyenlere inanılmaz yüksek ücretler talep ediyorlar. Onun dışındaki birtakım aktiviteler için de kullanıldığını duyuyorum ama, bienal bünyesi içinde kullanılmasını, önemli bir bina olması nedeniyle önemli buluyorum.

 

Antrepo binası, 4 numaralı değil ama sanıyorum 2 numaralıyı bundan 8 sene önce 1995’te Rene Block’un küratörlüğünde gerçekleştirilen 4. İstanbul Bienali’nde kullanılmıştı. Antrepo'ya da böyle bir alışkanlığımız var. Yerebatan Sarnıcı sanki bienallerin değişmez mekânlarından biri, kendi başına bile o kadar büyük bir atraksiyon merkezi ki, orada bir şey yapmamak yazık olur gibi geliyor. Fakat bu bienale münhasır Yerebatan Sarnıcı ile ilgili çok önemli bulduğum bir şey var –herkese çok önemli gelmeyebilir- bu bienalde sanki Yerebatan Sarnıcı hakkıyla kullanılmış. Yerebatan Sarnıcı bienal mekânları arasında var diye oraya illa da bir şey koymak, orada illa da bir şey sergilemek zorunda olmamak lazım. Eğer oraya uygun, sarnıca uygun, rutubetle, damlayan sularla, bu mekânda eğer bu atmosferle uyum içinde, aynı dili konuşacak bir iş veya o atmosferi zenginleştirecek bir yapıt olduğunda hakikaten kalitesi çok yükseliyor, ki bu bienalde öyle iki iş var orada.

Bir tanesi Nalim Malami’nin, 1946 doğumlu bir Pakistanlı'nın bir projeksiyonu. Hem de çok basit bir teknoloji ile yukarıdan sarkan şeffaf silindirler var. Silindirler sürekli dönüyor. O silindirlerin üzerine yansıyan bir ışık kaynağı, silindirlerin üzerine elle çizilmiş desenleri duvara yansıtıyor, onlar o silindirin dönüş hareketi ile duvar yüzeyinde dönüyorlar. Duvarları yalayarak geçiyorlar ve bunlardan yanyana 6 tane var, açıları o kadar güzel ayarlanlanmış ki, suya teğet geçiyor, aynı zamanda görüntü suya da yansıyor. 

 

"İş... kim.., bienal ne...!"

 

Aynı bu anlamda bir iş, Jennifer Steinkampf diye bir Amerikalı’nın. İşin ismi ‘Dikkat çeken’, iki tane projeksiyon; bir ağaç gövdesi ile birlikte sürekli hareket halinde. Ağaçlardan bir tanesini uzaktan görüyoruz, yaklaşamıyoruz yanına, sudaki suretini tam boy olarak görüyoruz. Hakikaten böyle bir etki yaratıyor. Bu anlamda bu yıl, Yerebatan Sarnıcı'nın kullanılma şeklini çok başarılı buluyorum ama bunun aksine Tophane-i Amire binası, binanın kendisinin çok muhteşem bir dili olmasına rağmen oradaki sergileme şeklinde sanki son anda aceleye gelmiş gibi bir tutum var. Antrepo ise, hakikaten başarılı bir mimari çözüm; hem eserlerin birlikteliği, birbirlerini etkilemeden, etkilemesi gerekenleri etkileyerek, etkilenmemesi gerekenleri fiziksel yalıtımlarla çok iyi çözülmüş.

 

ŞE: İşaretlerle ilgili, işaretlendirme ilgili, sinyalizasyonla ilgili ufak tefek sıkıntılar yaşanıyor mu?

 

HD: Doğrusu istersen, ana mekânlar dışındaki kamusal alanlardaki yapıtlardan,ki ben bunlardan üç tanesini görebildim, bir tanesi Galatasaray meydanındaki, hadi onun her gün önünden geçiyoruz, belki alışıldı, fakat dün Perşembe Pazarı’nda Doris Salcedo’nun işini görmeye gittim. Eser Perşembe Pazarı’nda, denize, Haliç’e doğru paralel bir caddesinde, Yemeniciler caddesinde. Bir kere Yemeniciler caddesini oradaki esnaf bile bilmiyor. Hani benim bilmemem normal de, orayı bulmak bir sorun oluyor.

 

ŞE: Öyle mi?

 

HD: Orayı bulduktan işin kendisini gördükten sonra bir başka sorun var, o işin bienal kapsamında bir sanatçının yapıtı olduğunu bir şekilde orada bir işaretle belirtmek lazım. Ben orada iken o parçayı görmek isteyen birkaç kişi esnafa soruyordu “Bu kimin işi?” diye; esnafsa: "İş... kim.., bienal ne...!"

 

ŞE: Bir anlaşma zorluğu, anlamını yitiren zorluğu olabiliyor.

 

HD: Fakat bu arada çok da etkileyici bir iş, bunu da söylemeden geçmeyelim istersen: Kolombiyalı, Bogota’da doğmuş bir orta kuşak, genç sayılır bir sanatçı olan Doris Salcedo’nun işi... binlerce sandalye üstüste yığılmış. Kolombiya biliyorsunuz siyasi, iktisadi, sosyal tarihi trajedilerle dolu bir ülke. Bireylerin, ailelerin, toplumların sürekli yer değiştirmeleri sözkonusu olmuş bir ülke. Bu sanatçı da mimari yapılarla, gündelik objeleri bir şekilde buluşturuyor. Objelerin bünyelerinde taşıdığı hatıralar var, bu yer değiştirmeler, sürekli göçler, derin sosyal uçurumlara karşı direnme şeklinde okunması için geliştirdiği bir artistik dili var. Ve o sandalyelerin her birinde kimbilir ne hayatlar gizli? Ne hayatlar geçti üzerlerinden? Ve onlar hatıralarıyla birlikte bir mimari yapı içinde korunuyorlar.

 

ŞE: Bu da etkileyici işlerden biri olarak öne çıkıyor.

 

HD: Bir şey de, belki bu bienale has söylemek mümkün, Yerebatan Sarnıcı'nda Pakistanlı Nalim Malami’den söz ettim, bir Pakistanlı’dan da daha önceki programda söz etmiştim: Platform Güncel Sanatlar Merkezinde sergileyen Şaziye İskender, ilk kez İstanbul sanat ortamında yeni kuşak diyelim Pakistanlı çağdaş sanatçıları görüyoruz. Bu, bu bienale münhasır yeni olgulardan bir tanesiydi. Bize çok yakın ama bizim hâlâ, henüz fark edemediğimiz bir ülkenin çağdaş sanatçılarını, bu bienal vesilesi ile iki tanesini tanımış olduk.

 

(2 Ekim 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)